Hastalandığımı ve dostlarımın ilgisini, desteğini istediğimi yazdım geçenlerde facebook’ta. İlk tepkiler geldiğinde hemen silesim geldi. O kadar yadırgadım ki bu kırılgan hali ifşa etmeyi, üstüne bir de ilgi istemeyi. Bu gibi haller napılır; gözden sözden uzak, kapalı kapılar ardında yaşanır, atlatılır ve insan içine öyle çıkılır benim bildiğim. Off ne kadar çok saçmalık var benim bildiğim, öyle böyle değil.
Uzun lafın kısası, az bir zaman önce üstadım Prem Baba’nın programladığı, çok ağır bir psiko-spiritüel inzivaya katıldım. Psikoloji aleminin kabul verdiği gerçek şu ki bildiğimizi sandığımız her bir halt, farkında olduğumuz veya olmadığımız her bir davranış kalıbımızın altında çocukluğumuz yatıyor. Bunun illaki travmatik, dayaklı dramalı bir çocukluk olmasına gerek yok. Gayet el bebek gül bebek yetiştirilenlerimiz için de geçerli bir arıza. Çocuk dediğin istediği her an, istediği şekilde, kayıtsız şartsız sevilmek istiyor. Bu istek o kadar şuursuz ve sınırsız ki karşılığını verecek bir ebeveyn düzeni yok bu hayatta. Bu sevgiyi almadığı her an ise (ki ne kadar çok bu anlar) bir travma olarak kaydoluyor hafızaya. Çocuğu öfke ve nefret duygularıyla tanıştırıyor daha el kadar bebeyken. Bebe biraz ayaklanınca hesaplar kitaplar başlıyor, ne yapar da beni daha çok sevmelerini sağlarım kavgası başlıyor. İşitilen her azar, ihtiyaç duyduğu sevgiyi alamadığı her an çocuğun kendini yetersiz hissetmesine neden oluyor; ben olduğum gibi sevilmeye layık değilim, daha güçlü/güzel/akıllı/disiplinli (ve sonu gelmeyen, sürekli listeye yenisi eklenen sıfatlar silsilesi) olursam beni severler düz mantığıyla çocuk kendine bir ideal yaratıyor. O ideal işte ebeveynin sevgisini hakeden! O ideale uymadığı her an artık sadece ebeveynin sevgisini haketmemekle kalmıyor kendisi de kendisini sevmiyor. Ve fiziksel olarak büyüyen ama ruhen, çok özel psiko-spirituel ayılmalar yaşamadığımız sürece çocuk kalan bizler hayat boyu bu ideali kovalarken ebeveynlerimizin replikası eşler dostlar taşıyoruz çemberimize ki eziyet bitmesin, aynı senaryolar yaşanıp dursun. Bu sefer sevdiricez işte kendimizi inancıyla kuyruğumuzu kovalamaya devam ediyoruz.
Bir ara, işte ilişkilerden yorgun düştüğüm bir dönemde iyice Irvin Yalom’a vermiştim kendimi. Varoluşçu Psikoterapi’de bir dolu ilişki örüntüsünün altında gizli olan ebeveyn-çocuk arızalarını anlatıyor adamım. Fakat diyordu ki bu çocukluk hallerinin sonu yok, her biri de insanoğlunun çok temel bazı korkularının ifadesi; dolayısıyla en nihayetinde kişinin yetişkin olduğunu kabul edip kendi hayatının sorumluluğunu alması gerekir. Ben bu mesajı yanlış anlamışım biraz o zaman. Yalom’un da dediği gibi yetişkinliğimizi ilan etmek yetmiyor; kendi hayatımızın sorumluluğunu almak, başımıza gelenler için ne ailemizi ne de dışsal başka herhangi bir faktörü suçlamayı bırakıp kendimize bakmak çok elzem. Fakat bu yüzleşmeyi yapabilmek için içimizdeki tüm o karanlığa, öfkeye, nefrete, kıskançlığa, suçluluk duygusuna, tembelliğe, nice kokuşmuş korkuya bakmak, bu duyguları görüp kabul etmekle başlıyor iş. Bu aşamayı atlayıp bir takım öğretilerin peşine takılmak geçici rahatlamalar yaratabiliyor ama zihinsel mastürbasyonun ötesine geçilemiyor. Misal ben bu psikoloji mevzusuna oldum olası ilgiliydim; etrafı suçlamayı bırakıp hayatımdaki her bir bireyi kendi içimdeki aydınlığın ve de karanlığın aynası olarak görme algısını epey bir zaman önce Vivian’ımın da sayesinde günüme kattıydım. Biri beni kıllandırdı mı hemen içe döner gözüm, neden kıllandım, neyi kaşıyor karşımdakinin bu tavrı, hangi duygular açığa çıkıyor. Başıma kötü bir şey mi geldi, ayna kafası çalışmaya başlar, niye böyle bir şeyi davet ettim hayatıma? Her modern esriğin kendine sorması icap eden sorular, değil mi? Amma ve lakin bu sorular o kadar kabarıklaşmaya, hesap kitap o kadar karmaşıklaşmaya başladı ki kendini dövmekten haz duyan iç güçlerin sesi fazla yüksek çıkmaya ve bazı dengeler sarsılmaya başladı. O dönemde canım üstadım ve dostum Laura topladıydı beni; diyordu ki ‘her bir farkındalıkla bir balon gibi çıkıyor içerideki karanlık yüzeye, yüzeye çıkınca da bu balonu patlatabiliyoruz. Sen o kadar çok balonu bir anda yüzeye çıkarıyorsun ki patlatmaya yetişemeyip boğuluyorsun sonra.’ Şimdi görüyorum o balonları su yüzüne çıkaran çocuk hala kendi yaratımı olan ‘ideal’i referans alıyor, bu ideale uymadığımda beni karanlık addediyordu. Yani aslında tüm çalışma hala yüzeydeydi, önce şu ideali bir fark edip onun altında yatan karanlığı hatırlamak gerekiyordu. Aksi halde, dediğim gibi zihinsel mastürbasyon...
Psikosu tamam da spiritüel bunun neresinde diye sorarsak; işte tüm o balonlar havalandığında, egonun öz-yıkımına doğru taarruza geçildiğinde bünye bir yere kadarını kaldırıyor. Ego bu, ölmeye direnir, patlarız orta yerimizden mazallah. İşte yükün çok ağır geldiği bir noktada daha yüksek bir iradeye teslimiyet, bir yardım çağrısı icap ediyor. Kimi ilme irfana, kimi doğaya yeşile, kimi yüksek bilince. Artık o noktada kişi kendine yakışanı giyecek, ama o soğuk yola üstü başı açık çıkmayacak.
“Arayan vardığında, bir şifa çalışması kişinin duygusal yaralarını sarmaya, kalbindeki geçmişten kalma yaralara merhem olmaya başlar. Bu çalışma kişi kendi geçmişiyle uyum içinde olup bu geçmişten özgürleşene kadar; geriye baktığında hayatta başına gerelen her şey için gerçekten minnettar olana kadar sürer. İşte o an kişinin ruhu yeniden doğmaya hazırdır. Aslında ruhsal yolculuk tam da bu zaman gerçekten başlar. Bu noktaya kadar yapılan herşey aslında kişinin düşük benliğinin şifa bulması ve dönüşmesi için bir psiko-spiritüel çalışmadan ibarettir.” Sri Prem Baba